BİR GEZGİNİN GÜNCESİNDEN

Birçoğumuzun yaşamında birden durduğumuz anlar vardır. Usumuzu ansızın esir alan sorular durdurmuştur belki bizi. Ne zaman soluğumuzu tutmuştuk? Bu sonu gelmez koşu ne zaman başlamıştı? Tam da buradan geriye dönüp baktığımızda ardımızdaki yolun düz olmadığını görürüz. Orada kırılmalar vardır. Yolun üzerinde karşımıza çıkanlar, karşısına çıktıklarımız vardır. Üstelik hiçbirisi sandığımız kadar uzak değildir.

Bugün bu akıl almaz karmaşanın, çoğulluğun, kabullenişin, reddedişin içinde 20. yüzyıl sanatına yeniden göz atmak için geriye dönüp baktığımızda biraz önce sözünü ettiğime benzer bir yol görürüz. Belki sanatı çekici kılan da kendi yaşamımızla kurduğumuz bu paralellik olsa gerek.

  1. yüzyıl sanatı… 1980’lere kadar her an büyük sanatsal değişimlerin yaşandığı çağ…. 20. yüzyıl… İnsanlığın hiç durmayacakmış gibi her gün temposu biraz daha artan büyük koşuşun çağı.

Peki, 21. yüzyılın ilk çeyreğini yaşadığımız bu zamanlarda bazılarımızı geriye dönüp bakmaya zorlayan ne? Belki de dünyanın en anlamsız kavramını KAOS’u anlamlandırmak.

  1. yüzyıl içinde 1960’lar en büyük kırılma noktalarından biridir. Dünyadan bugün hala bizi şaşırtmaya devam eden, akıllarımıza durgunluk veren insanlar geçmiştir. İnsanlığın büyük kabusu iki dünya savaşı yaşanmıştır. Dünya faşist liderlerin çıkardıkları gürültüye değmeyecek bir sessizlikle gidişine tanık olmuştur. Avrupa’nın doğusundan Asya’ya uzanan sosyalizm insanlığın eşitlik ideasını kurmak için yola çıkmış, ama tökezlemeye başlamıştır. Çok kısa süre sonra Vietnam tüm savaşların sembolüne dönüşecektir. Çiçek çocuklar yeni silahları olan uzun saçları, sıradışı giysileri, düşüncelerini özgürleştirdiğini düşündükleri kağıtlara sarılmış otları, özgür cinsellik sloganları ile önlerindeki engelleri yıkmaya hazırlanmaktadır. Yüzlerce yıllık “Hümanizm” düşüncesi yeniçağın yüzüyle ortaya çıkmıştır. Artık aşk, silahlardan güçlüdür. İnsan merkezdir. Toplumun değişimi her şeydir.

Elbette ki sanat tüm biriktirdikleriyle bunların uzağında değildir. Fütürizm, Dışavurumculuk, Kübizm, Soyut Sanat, Dada, De Stijl, Konstrüktivizm, Soyut Dışavurumculuk ve bunların yanına eklenebilecek birçok yeni yaratım şekillerinden, buluşlardan sonra özgür yaratıcı kendi sesini duyurabilmek için bir kez daha usunun kalıplarını zorlayacaktır.

Pop Art, Yeni Gerçekçilik, Fluxus… Yeni sanatın patlamaya hazır düşünceleridir. Avrupa ve Amerika kıtası benzer kaynaklardan beslenen ama birbirine çok da benzemeyen yeni yaratım biçimlerini dünyaya göstermekte, farklı yerlerde oluşturdukları anlatımlarının birbirleriyle etkileşime girmesine izin vermektedir.

Mark Brusse… O bu şanslı dönemin çocuğu. Kırılma noktasında duran sanatçılardan. Avrupa’nın çoksesli yaratım anlayışıyla oluşturduğu birikimi alıp dünyaya taşıyanlardan. Onun yapıtlarına baktığınızda bir gezginin güncesini bulursunuz. İlk bakışta onun yapıtları her sanatçıda olduğu gibi kişiseldir, ama size yürüdüğü yollara dair ipuçları verir. Bu uzun koşuda kendimizi durduracağımız an bu. Mark Brusse’ün yapıtları bize bir şeyler söyleyecek.

1959 yılında Hollanda’da akademiyi bitirir Mark Brusse. Takvimler 1960’ı gösterdiğinde ise artık Paris’tedir. Yeni Gerçekçiler ile kurduğu bağlantı kendi sanatsal yaratımının da yollarını açacaktır ona. “Soft Machines” ve “Strange Fruit” dönemi başlamıştır. Onun soft makineleri fazlasıyla incelmiş bir estetik anlayışa karşı koyarken, aynı zamanda doğallıkları, spontane görünüşleri, formları, malzemeleri ile yeni bir estetik barındırmakta üstelik başlı başına sanata gönderme yapan tüm kavramları sorgulamaktadır.

Fluxus ile ilişkisi 1970’lerde sanatının yeni boyutlar kazanmasını sağlayacaktır. Soft makineler kendini daha belirgin hissettiren assamblajlara dönüşürken, minimalizm anlatım dilinde belirleyiciliğini daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Mark Brusse’ün olgunlaşan sanatı, artık aratıcının birikimlerini ustalıkla sentezlediğini de göstermektedir. Hollandalı sanatçıların kendi gerçekliklerinden çıkardıkları olabildiğince sade yaratım anlayışı, “Yeni Gerçekçiler” ve “Fluxus” ile kesişmiş Mark Brusse’ün yapıtlarını belirleyen özgün kaynaklara dönüşmüştür. Almanya’yı Hollanda’yı, Fransa’yı, Amerika’yı bilen bu gezgin ruha ülkeler miraslarını içtenlikle emanet etmekte, onun kendinde yoğurup ortaya çıkardığını aynı içtenlikle kabul etmektedirler. Bu yüzden onun eserlerinden bize yansıyan ardındaki yaratım sancısından çok bu sanatsal, estetik alışverişin ortaya çıkardığı sinerjidir.

Elbette ki onun yolculuğu sadece dünyanın batısı ile sınırlı değildir. Brusse, Asya’da, Kore’ye, Japonya’ya ardından Afrika kıtasına kadar uzanacak, bu yolculukların tümü ona yapıtlarına yansıtacağı yeni esinler verecektir.

1980’lerde yapıtlarına tüm karşılaştıklarına ilişkin küçük notlar girmeye başlar. Uzun bir yolculuğun ardından birikimini damıtmaya başlamıştır Mark Brusse. Başlangıçtan beri sözünü net söyleyen yapıtlarında kodlar yoktur. Yaratımla, sanatla olan kişisel savaşımında silahları bir yana bırakmış, salt kendini ortaya koymaya başlamıştır. Sanat artık tıpkı yaşam gibi ayrıntıların içinden, çocuksuluktan çıkıp gelmektedir. Renkleri ve biçimlerindeki pürlük, iyi bir kahvenin, iyi bir şarabın, güzel bir yemeğin tadı gibidir.

1990’lar artık onun canlının ve eşyanın ruhuna dokunuşunun gittikçe belirginleştiği zamanlardır. Taşlar, dağlar, hayvanlar, insanlar ve yapıtlarına giren diğer parçaların nefes alıp verişleri artık daha çok duyulmaktadır. Bütün bu plastize edilmiş parçalar yerlerini kedileri bulmaktadır. Kişilikleri sade ama belirgindir. Anlatacaklarını yüksek sesle değil, fısıltıyla söylerler, bu yüzden onlara dikkat etmeniz gerekir. Onların etrafı gürültüye boğmak gibi bir kaygıları yoktur. Sözcükleri küçük ama seçilmiştir. Bulundukları yeri ezmektense oranın bir parçası olmayı, sessizce çevrelerini kendi parçalarına dönüştürmeyi seçmişlerdir.

Mark Brusse’ün sanatı hakkında yazı yazmak için araştırma yaparken Evliya Çelebi dönmeye başladı düşüncelerimde. Bugün belli bir bölgenin kentlerini araştıran tarihçiler bir kent için bir şey söyleyecekleri zaman önce Evliya Çelebi’ye bakarlar. Ama bir şartla, onun bir vakanüvist sıradan bir seyyah olmadığını bilmeleri gerekir. Çoğu zaman sultana övgüler yazmak zorunda olan, araya gerçekleri serpiştiren bir vakanüvist değildir Evliya Çelebi. Ama gördüklerini olduğu gibi aktaran seyyahlardan da değildir. Onun yazılarında gittiği yerlerde görmesi olanaksız olan şeyler de vardır. Bu yüzen o, biraz da gezilerini kendisiyle birleştire bir düş yazarıdır. Bize içinde gerçeklerin de olduğu parçalar sunmaktadır. Bu kişiliğiyle kendini başlı başına bir arkeolojiye dönüştürür. Onun için her seferinde ona bakarken üstünü kazımak gerekir.

Mark Brusse için araştırma yaparken böylesi bir yolculuğa çıkmam gerekti. Karşımda çağına tanıklık eden, çağını yaşayan, onu kendi kişiselliği, birikimi ve düşleriyle birleştiren bir sanatçı duruyordu. Bana tüm bunlardan parçalar sunuyordu. O parçaları birleştirmem gerekiyordu. Ben de onları kazımaya başladım. Sonra hepsinin bütününden bir gezginin güncesi çıktı. Yaşama, sanata, insan dair incelikleri anlatan bir gezginin güncesi…

Ben durdum ve baktım…

Plastik sanatlar bana hep “an”ı çağrıştırır. Bir an bakarsınız sonra sizi başka bir görüntü karşılar. Çok sonra usunuzda “an”ları çoğaltmaya başlarsınız. İşte aklınızdaki bu oyun durduğunuz “an”dır. Şimdi dönüp geriye bakmanız gerekir. Yeniden anlamlandırmak için.

Nerede kalmıştık?

Nilgün Yüksel
Nisan 2005

EnglishTurkish